Hassas Kemik İliği Testi, Bazı AML Hastalarında Uzun Süreli Sağkalımı İkiye Katlayabilir

Kanser alanında önemli bir ilerleme kaydedildi; özellikle genç yetişkinlerde görülen akut miyeloid lösemi (AML) hastalarının izlenmesinde kullanılan moleküler testler, hastalığın nüks riskinin erken belirlenmesini sağlayarak hayatta kalma oranlarını önemli ölçüde artırma potansiyeline sahip. King’s College London liderliğinde yürütülen ve Birleşik Krallık Ulusal Kanser Araştırma Enstitüsü’nün AML17 ve AML19 adlı faz 3 randomize kontrollü klinik deneylerine dayanan bu yeni yöntem, minimal rezidüel hastalık (MRD) tespiti için geliştirilmiş son derece hassas bir kemik iliği moleküler testi olarak ön plana çıkıyor. MRD, hastanın klinik olarak remisyonda olsa dahi vücudunda kalan mikroskobik düzeyde lösemik hücrelerin varlığını ifade eder. Bu test, geleneksel takip yöntemlerine göre nüks riskini yaklaşık üç ay daha erken tespit ederek, hekimlere tedavi müdahalelerinde önemli bir zaman avantajı sunuyor.

Akut miyeloid lösemi, kemik iliğinin işlevini engelleyen anormal ve işlevsiz beyaz kan hücrelerinin hızlı çoğalmasıyla karakterize bulunan agresif bir kan kanseridir. Uygulanan yoğun kemoterapi protokolleri sayesinde remission (hastalığın belirtilerinin azaldığı veya yok olduğu dönem) elde edilse de, hastaların büyük bir bölümü tedavinin ardından iki yıl içinde hastalığın nüksü ile karşı karşıya kalmaktadır. Günümüzde hastaların takibi rutin kan testleri ve fizik muayenelerle yapılmakta olup, bu yaklaşımlar hastalığın erken evredeki nüksünü sıklıkla tespit etmekte yetersiz kalmaktadır. Löseminin ilerlediği aşamalarda fark edilmesi, tedavi seçeneklerinin etkinliğini azaltmaktadır.

Moleküler izleme yönteminin temelinde, genç AML hastalarında sık görülen NPM1 ve FLT3 genlerindeki genetik mutasyonların tespiti yer almaktadır. Bu mutasyonlar, kanser hücrelerini işaret eden biyobelirteçler olarak hizmet ederek düşük seviyelerdeki leukemik hücrelerin saptanabilmesine olanak tanır ve böylece konvansiyonel yöntemlerin gözden kaçırabileceği ciddi bir avantaj sağlar. Araştırma kapsamında 2012-2018 yılları arasında katılımcılar her üç ayda bir sistematik kemik iliği biyopsisi yaptırarak MRD takibine tabi tutulmuştur. Bu yoğun takip, nüks riski tespit edildiğinde tedavi stratejilerinin hızlı şekilde değiştirilmesini mümkün hale getirmiştir.

The Lancet Haematology’de yayımlanan sonuçlar, moleküler izleme yöntemiyle takip edilen hastalarda hayatta kalma oranlarının standart klinik takip yapılan hastalara kıyasla yaklaşık yüzde 50 daha yüksek olduğunu net bir biçimde ortaya koymuştur. Bu sonuç, hastalığın erken evrede tespiti sayesinde tedaviye erken başlanabilmesinin, hastaların kan değerleri stabilken ve genel sağlık durumu iyi iken müdahale etmeye izin vererek uzun vadede acil hastane yatışlarını azalttığını göstermektedir. Erken müdahale, tedavi başarısını artırmakta ve hastaların yaşam kalitesini olumlu yönde etkilemektedir.

MRD tespiti; kantitatif polimeraz zincir reaksiyonu (qPCR) ve yeni nesil dizileme (NGS) teknolojileri gibi ileri moleküler tekniklerin gücünü kullanmaktadır. Bu yöntemler, kemik iliğinden alınan örneklerdeki çok küçük sayıda kanser hücresinin genetik materyalini çoğaltarak, morfolojik inceleme ile mümkün olmayan gerçek zamanlı ve dinamik bir hastalık izlem imkanı sağlamaktadır. Böylece, tedavi sürecinde hastalığın evrimini moleküler düzeyde takip etmek ve tedavi uyarlamalarını buna göre yapmak mümkün hale gelmiştir. Bu durum, hematolojik onkolojide kişiye özel tıbbın önemli bir örneğini teşkil etmektedir.

Bu önemli gelişme, Kanser Araştırma UK, NIHR (National Institute for Health and Care Research) ve Blood Cancer UK gibi birçok kurumun iş birliği ve finansal desteği ile gerçekleştirilmiştir. Cardiff Üniversitesi’nin sponsorluğunda yürütülen çalışmanın başında Dr. Richard Dillon yer almakta ve araştırma ekibi, bu teknolojinin AML dışındaki hematolojik malignitelerde ve hatta minimal rezidüel hastalığın nüks üzerinde etkili olduğu katı tümör türlerinde de uygulanabilirliğini değerlendirmektedir. Böylece, elde edilen teknolojik kazanımların geniş bir kanser türü yelpazesinde terapötik faydaya dönüştürülmesi hedeflenmektedir.

Moleküler izleme yönteminin hayat kurtarıcı gücünü en iyi şekilde yansıtan örneklerden biri, klinik deneye katılan Jane Leahy’nin hikayesidir. Onun hastalığının nüksü, klinik belirti göstermeden önce moleküler seviyede saptanmış ve bu erken tespit sayesinde tedavi planı yeniden düzenlenerek kök hücre nakli yapılabilmiştir. Kök hücre nakli, hastalığın remisyon durumuna göre planlanan ve genellikle küratif potansiyel taşıyan en önemli tedavi seçeneklerinden biridir. Jane’in deneyimi, moleküler tanı yöntemlerinin sağladığı kritik müdahale zaman penceresinin önemini açıkça gözler önüne sermektedir.

Kanser alanında uzman Profesör Nigel Russell, AML’nin en ölümcül kan kanserlerinden biri olduğunu belirterek, moleküler teknolojilerin entegre edilmesiyle sağlık personelinin hastalığın seyri ve tedavi kararları üzerinde daha derin bir anlayışa sahip olacağını vurgulamıştır. Günümüzde İngiltere Ulusal Sağlık Hizmeti (NHS) bünyesinde bu moleküler izleme testi yaygınlaştırılmakta olup, önümüzdeki dönemde AML tedavi protokollerinin standart bir parçası haline gelmesi beklenmektedir. Böylece, tüm ülkede bir standart bakım seviyesinin yükselmesi amaçlanmaktadır.

Bilim ve tıp camiası, bu hassas moleküler testlerin yaygınlaşmasıyla birlikte hekimlerin sadece tedavi başlangıç zamanlaması üzerinde daha bilinçli kararlar vermekle kalmayıp aynı zamanda hastanın genetik risk profiline göre en uygun tedavi seçeneğini belirleyebileceği bir dönemin yaklaştığını düşünüyor. Bu tür kişiselleştirilmiş tedavi yaklaşımı, aşırı tedaviyi ve kemoterapi gibi sistemik tedavilerin yan etkilerini azaltma potansiyeli taşıyarak hem hasta konforunu hem de tedavi etkinliğini artıracaktır.

Bahsi geçen gelişmelerin kanser araştırmalarındaki geniş perspektiflerle nasıl örtüştüğü de dikkat çekicidir. Erken hastalık tespiti ve nüksün önlenmesi hedefleri sadece AML ile sınırlı kalmayıp, benzer moleküler araçların diğer kanser türlerine uygulanması sayesinde birçok malignitede erken müdahale şansı yaratacaktır. NIHR’den Profesör Marian Knight, erken tanının kanser bakımında sağkalım oranlarını yükseltmenin temel taşlarından biri olduğunu vurgulamış ve bu yöndeki çalışmaların hükümetler ile sağlık kuruluşlarının önceliklerine uygun olduğunu ifade etmiştir.

Sonuç olarak, AML izleminde hassas moleküler testlerin geliştirilip doğrulanması, hastalığın nüksünü çok daha erken ve kesin şekilde belirleyerek hastaların hayatta kalma oranlarını artırmakta ve kanser tedavisinin çehresini değiştirmektedir. Bu yöntem, AML bakımında moleküler izleme kavramının yaygınlaşmasını ve tüm dünyada kanser takibinde devrim niteliğindeki uygulamaların önünü açmaktadır. Araştırma kurumları, fon sağlayan kuruluşlar ve klinik ekipler arasındaki iş birliği, bu alandaki ilerlemelerin sürdürülebilirliğini ve küresel ölçekte hasta sonuçlarının iyileştirilmesini desteklemektedir.

Araştırma Konusu: Molecular monitoring and minimal residual disease detection in younger adults with Acute Myeloid Leukaemia (AML).

Makale Başlığı: Molecular monitoring versus standard clinical care in younger adults with acute myeloid leukaemia: results from the UK NCRI AML17 and AML19 randomised, controlled, phase 3 trials.

Haberin Yayın Tarihi: Belirtilmemiş.

Web References: Belirtilmemiş.

Doi Referans: Belirtilmemiş.

Resim Credits: Belirtilmemiş.

Anahtar Kelimeler: Acute Myeloid Leukaemia, molecular monitoring, minimal residual disease, NPM1 mutation, FLT3 mutation, bone marrow testing, clinical trials, chemotherapy, cancer relapse, blood cancer, genetic testing, precision medicine.

0 Votes: 0 Upvotes, 0 Downvotes (0 Points)

Leave a reply

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

Onkolojideki En Yeni ve Önemli Gelişmeleri Kaçırmayın

E-posta yoluyla paylaşımlarınızı almak için onay veriyorum. Daha fazla bilgi için lütfen Gizlilik Politikamızı inceleyin.

Loading Next Post...
Takip Et
Search
ŞU ANDA POPÜLER
Loading

Signing-in 3 seconds...