Son yıllarda mide kanserinin tedavisinde ve prognozunun belirlenmesinde genetik faktörlerin rolü giderek daha fazla önem kazanmıştır. Özellikle agresif ve hayati tehlike taşıyan mide kanserlerinde, tümörlerin moleküler yapısının detaylı incelenmesi, hastalık seyrini öngörmede ve kişiye özel tedavi seçeneklerinin geliştirilmesinde kritik bir yaklaşım olarak ön plana çıkmaktadır. Bu kapsamda, São Paulo Kanser Enstitüsü’nden Dr. Ulysses Ribeiro liderliğinde gerçekleştirilen ve uluslararası araştırmacıların katıldığı çığır açıcı yeni bir çalışma, mide kanserinde etkili olan kararlı gen mutasyonlarını net biçimde ortaya koymuştur. Araştırma, önümüzdeki yıllarda mide kanseri yönetiminde devrim yaratabilecek gibi görünmektedir.
Çalışmada, Batı ülkelerinden tedavi görmüş 87 mide kanseri hastasının tümörörnekleri, kapsamlı bir genetik analiz sürecine tabi tutulmuştur. Araştırmanın odağında, kanser biyolojisi ile ilişkili olduğu düşünülen 21 aday gen yer almaktadır. Bu geniş çerçevede elde edilen veriler, özellikle BRCA2, CDH1, RHOA ve TP53 genlerinde tespit edilen mutasyonların hastalıkta kötü prognozla yakından ilişkili olduğunu ortaya koymuştur. Söz konusu genetik değişikliklere sahip olan hastalarda, hastalığın tekrarlama riski ve ölüm oranları anlamlı derecede yüksek bulunmuştur. Bu durum, genetik imzaların mide kanserinde sağlam birer prognostik biyobelirteç olma potansiyelini göstermektedir.
BRCA2 geninin mide kanserinde rolü, çalışmanın en dikkat çekici bulgularından biridir. Bu gen, DNA çift sarmalının homolog rekombinasyon ile tamirinde görevli olup, daha çok meme ve yumurtalık kanserleriyle ilişkilendirilmiştir. Ancak, Ribeiro ve ekibinin keşfettiği üzere BRCA2 mutasyonları mide kanserinde de genetik kararsızlığı tetikleyerek tümör ilerlemesini hızlandırabilmektedir. Bu bulgu, BRCA2’nin sadece sınırlı kanser türlerinde değil, daha geniş spekturumda önemli bir genetik etmen olabileceğini göstermektedir.
Diğer yandan, CDH1 genindeki mutasyonlar, hücreler arası adezyon moleküllerini olumsuz etkileyerek hücreler arası bağlantının zayıflamasına neden olur. Bu mekanizma, kanser hücrelerinin invaziv davranışlarını arttırır ve böylece yerleşim yerinden uzak organlara yayılma (metastaz) riskini artırır. RHOA genindeki değişiklikler ise hücre iskeleti dinamiklerini düzenleyen yapıların bozulmasına yol açarak tümör hücrelerinin hareketliliği ve diğer dokulara yayılımını kolaylaştırmaktadır.
TP53, “genomun bekçisi” olarak bilinir ve hücrelerin DNA hasarını tespit edip onarım veya programlı hücre ölümü (apoptoz) süreçlerini yönetir. Bu genin mutasyona uğraması, hücre döngüsünün kontrolünü kaybetmesine, hasarlı hücrelerin yok edilmemesine ve dolayısıyla tümör gelişiminde artmaya neden olur. Ribeiro’nun çalışması, bu önemli genin mutasyonlarının mide kanserinde de hastalık seyrini olumsuz etkilediğine ve tedavi yanıtını düşürdüğüne işaret etmektedir.
Araştırmanın en önemli katkılarından biri, mide kanserinde yaygın olarak uygulanan “tek tip” tedavi yaklaşımlarını sorgulamasıdır. Günümüzde cerrahi müdahale ve kemoterapi rutin bir şekilde uygulanmakta olsa da, bu yöntemler her hasta için uygun ya da etkili olmamaktadır. Dr. Ribeiro’nun bulguları, kanser biyolojisinin moleküler çeşitliliğinin göz önüne alınması ve hastaya özgü tedavi stratejilerinin geliştirilmesi gerekliliğini ortaya koymaktadır. Böylece, hastalar gereksiz agresif tedavilerden kaçınabilecek ve yaşam kaliteleri korunabilecektir.
Araştırma ekibi, sadece genetik mutasyonları tanımlamakla kalmayıp, bu genetik değişikliklerin proteine dönüşmüş hallerini tespit etmek amacıyla immünohistokimyasal (IHC) testlerinin geliştirilmesi için de çalışmalar yürütmektedir. Bu testler sayesinde, karmaşık DNA dizileme işlemlerine gerek kalmadan hastaların tümörlerinde yüksek risk taşıyan genetik profillerin tespiti daha uygun maliyetle ve yaygın şekilde gerçekleştirilebilecektir. Bu bulgu, sektör ve klinik pratiğe yeni ufuklar açmaktadır.
Çalışmanın bir diğer özelliği, genetik verilerin Batı ülkesi hastalardan toplanarak değerlendiriliyor olmasıdır. Gastrik kanserle ilgili daha önce yapılan çalışmalarda çoğunlukla Doğu Asya ülkelerinden veri sağlanmıştır, çünkü bu bölgelerde hastalık insidansı çok yüksektir. Batı popülasyonları için elde edilen bu yeni genetik ve epidemiyolojik verilere dayanarak, bölgesel farklılıklar dikkate alınarak optimize edilmiş tedavi protokolleri geliştirilebilir. Bu, klinik uygulamalarda kişiselleştirilmiş yaklaşıma büyük ivme kazandıracaktır.
Genetik sekanslama ve protein ekspresyon analizlerinin sağladığı ayrıntılı moleküler sınıflandırma, mide kanserinin farklı alt gruplara ayrılmasına olanak verecektir. Bu da tedaviye yanıt, hastalık seyri ve genel sağkalım açısından farklı profillerin tanımlanmasına yardımcı olacak. Sonuçta, hedefe dönük ilaçlar veya yeni terapötik stratejiler geliştirilebilecek ve böylece hem tedavi başarısı artacak hem de gereksiz ilaç yan etkileri azalacaktır.
Bunun ötesinde, Ribeiro ve arkadaşlarının tanımladığı yeni ve daha önce bildirilmeyen genetik varyantlar, mide kanseri biyolojisi ve tedavi direnci mekanizmalarının daha iyi anlaşılmasını sağlayabilir. Bu mutasyonlar, şu anda tedaviye direnç gösteren hastalar için gelecekte etkili olacak yeni ilaçların keşfi için önemli bir araştırma alanı yaratmaktadır. Temel bilimlerle klinik arasındaki iş birliğini artıracak çok sayıda yeni çalışma yoluna açılmıştır.
Araştırmanın yapıldığı dönemde, Dr. Ribeiro özellikle büyük ölçekli klinik deneylerin gerekliliğini vurgulamaktadır. Bu çalışmalar, belirtilen gen mutasyonlarının prognostik ve prediktif biyobelirteç olarak güvenirliliğini artıracak ve klinik risk sınıflandırmalarında kullanılmasını sağlayacaktır. Böylece, genetik testlerin klinik karar alma süreçlerinde standart bir parça haline gelmesi mümkün olabilecektir.
Sonuç olarak, mide kanserinde genetik profilin ortaya konması, sadece hastalıkla mücadelede değil aynı zamanda kanser yönetiminde de kişiselleştirilmiş ve özgün yaklaşımların önünü açmaktadır. Ribeiro ve ekibi tarafından yürütülen bu çalışma, ileri genetik teknolojilerin, klinik araştırmalarla ve translasyonel tıp ile entegrasyonunun önemini bir kez daha göstermektedir. Böylelikle, kanser tedavisinde devrim niteliğinde gelişmeler ufukta görünmektedir.
Bu anlamlı araştırmanın sonuçları, 2025 yılında düzenlenecek olan sindirim hastalıkları alanında dünyanın önde gelen bilimsel etkinliği olan Digestive Disease Week® (DDW) konferansında Dr. Ribeiro tarafından geniş katılımla sunulacaktır. Toplumun kanserle mücadele cephesinde önemli bir dönüm noktası olarak değerlendirilen bu sunum, mide kanserindeki moleküler değişkenlerin anlaşılmasının ve klinik uygulamalara yansıtılmasının önemini bir kez daha gündeme getirecektir. Kanser tedavisinde kalite ve hasta yaşam süresi artışı için umut verici gelişmeler yaşanacağı beklenmektedir.
Mide kanserinin dünya genelinde sıklıkla geç teşhis edilmesi ve hızlı ilerleyici doğası, hastalar için büyük bir sağlık sorunu olmaya devam etmektedir. Ancak genetik ve moleküler düzeyde yapılan bu tür kapsamlı çalışmalar sayesinde, kişiye özel tedaviler standart hale gelerek hastalıkla mücadelede başarı oranları kayda değer şekilde artacaktır. Bu araştırma, kanser tedavisinde “her hasta için özgün, her tümör için özel” stratejinin ne denli kritik olduğunu gözler önüne sermektedir.
—
**Araştırma Konusu**: Genetik mutasyonların mide kanseri hastalarının prognozu ile ilişkisi
**Makale Başlığı**: Next-generation DNA sequencing identifies somatic mutations associated to prognosis in gastric cancer patients
**Haberin Yayın Tarihi**: April 25, 2025
**Web References**: https://ddw.org, http://www.ddw.org/press
**Anahtar Kelimeler**: mide kanseri, kanser genetiği, DNA dizileme, kanser araştırmaları, kanser tedavileri, cerrahi yöntemler, BRCA2 mutasyonları, CDH1 gen mutasyonları, RHOA geninin kansere etkisi, TP53 mutasyonları, genom analizi, agresif tümör biyomarkerları, nükleotid dizileme, kişiselleştirilmiş onkoloji