Son yıllarda kanser tedavisinin doğasında önemli değişiklikler meydana gelirken, immünoterapinin ortaya çıkışı bu dönüşümün merkezinde yer alıyor. İmmünoterapinin, hastanın kendi bağışıklık sistemini tümör hücrelerine karşı harekete geçiren bir strateji olduğu biliniyor. Neoadjuvan immünoterapinin, cerrahiden önce uygulandığında tümörleri küçültme ve cerrahi sonuçları iyileştirme konularında kayda değer vaatler sunduğu ifade ediliyor. Ancak, bu tedavilerden en fazla fayda görecek hastaları tahmin etme konusunda hala önemli bir engel bulunuyor. Zhang ve arkadaşları tarafından 2025 yılında BMC Cancer dergisinde yayımlanan devrim niteliğindeki bir çalışma, bu soruyla ilgili yeni bir ışık tutuyor. Çalışma, neoadjuvan immünoterapiden yararlanan mide kanseri hastalarının tedavi yanıtını öngörebilen önemli moleküler belirteçleri tanımlıyor.
Çalışmada, immünoterapiden önce ve sonra moleküler değişimleri derinlemesine incelemek için RNA dizilemesi ve ileri düzey proteomik yöntemleri kullanılmıştır. 16 mide kanseri hastasından elde edilen örneklerin analizi üzerinden yapılan çalışmalar, tedaviye yanıt verenler ile yanıt vermeyenler arasındaki gen ve protein ekspresyon desenlerini detaylı bir şekilde haritalandırmıştır. Böylece, CD8A ve PGF gibi tedavi sonuçlarını öngörme potansiyeline sahip kritik proteinlerin belirlenmesi sağlanarak, kişiselleştirilmiş tedavi stratejileri için yeni yollar açılmıştır.
Çalışmanın merkez noktalarından biri, tümör mikroçevresindeki bağışıklık hücre popülasyonlarının rolüdür. Ağırlıklı Gen Ko-İfade Ağı Analizi (WGCNA) kullanılarak yapılan haritalama çalışmaları, tedavi etkinliğiyle ilişkili gen etkileşimlerini ortaya koymuştur. RNA dizileme verilerinden bağışıklık hücre oranlarını tahmin etmek için kullanılan xCell gibi hesaplama araçları ile bir araya getirildiğinde, güçlü yanıtlar gösteren hastaların sitotoksik CD8+ T hücreleri ve B hücrelerinin artmış infiltre olma eğiliminde olduğu gözlemlenmiştir. Bu artmış bağışıklık varlığı, neoadjuvan immünoterapiden sonra tümör hücrelerinin ortadan kaldırılmasında adaptif bağışıklığın hayati rolünü pekiştirmektedir.
Tümör Gerileme Derecesi (TRG) temel alınarak yapılan gruplama çalışması, iki farklı hasta kohortu oluşturmuştur. T1 grubu, iyi yanıt veren (TRG0 ve TRG1) hastaları temsil ederken; T2 grubu, kötü yanıt veren (TRG2 ve TRG3) hastalardan oluşmaktadır. Bu gruplar arasındaki karşılaştırmalı analiz, özellikle iltihaplanma yanıtları ve myeloid lökoosit aktivasyonu ile ilişkili moleküler sinyal yolaklarında belirgin farklılıklar sergilemiştir. T1 grubundaki yükselmiş sinyal aktivitesi, etkili bağışıklık sistemi etkileşiminin tümör gerilemesi için kritik olduğunu göstermektedir.
Değerlendirilen biomoleküller arasında CD8A, CD8 glikoproteinin α- zincirini kodlayan bir gen olarak dikkat çekici bir öngörücü belirteç olarak öne çıkmıştır. Çalışmada, CD8A için hesaplanan Alındı Operasyonel Karakteristik (ROC) eğrisi alanı, iyi ve kötü tedavi yanıtları arasında neredeyse mükemmel bir ayrım sağlamaktadır. Yüksek CD8A seviyeleri, klinik fayda ile güçlü bir şekilde korele olmuştur ve sitotoksik T lenfosit aktivitelerinin immünoterapideki başarı için önemini vurgulamaktadır.
Diğer yandan, plasenta büyüme faktörü (PGF)—anjiyogenez ve iltihaplanma düzenlemesi ile ilgili bir protein—çelişkili bir rol sergilemektedir. Yüksek PGF ekspresyonu, kötü prognoz ve azalmış tedavi etkinliği ile ilişkilendirilmiştir. Bu durum, güçlü bağışıklık aktivasyonunun tümör kontrolünü kolaylaştırırken, PGF aracılığıyla yönlendirilen anjiyogenez sinyal yolaklarının tümör devamlılığına veya direnç geliştirmesine katkıda bulunabileceğini göstermektedir.
Çalışmanın korelasyon analizleri, bağışıklık hücre tipleri arasındaki ince dengeyi de ortaya koymuştur. CD8A ekspresyonu, antijen sunumu ve T hücre yanıtlarının başlatılmasında kritik öneme sahip olan dendritik hücre infiltrasyonu ile pozitif bir korelasyon göstermekte, aynı zamanda myeloid kökenli baskılayıcı hücreler (MDSC) ile ters ilişkiye sahip olmaktadır. Bu narin denge, immün baskılayıcı hücrelerin tedavi etkinliğini nasıl engelleyebileceğine ışık tutarken, dendritik hücre aktivitesinin artırılmasının anti-tümör bağışıklığını nasıl pekiştirebileceği hakkında da bilgi vermektedir.
Yöntem olarak RNA dizileme verilerinin Olink proteomikleri ile entegrasyonu, elde edilen biyomarkerların güvenilirliğini artırarak hem transkriptomik hem de proteomik düzeyde çapraz doğrulama sağlamıştır. Kapsamlı çokluomik yaklaşımlar, karmaşık biyolojik süreçleri aydınlatmada çok önemli bir rol oynar ve kanserin tedavi sonuçlarını belirleyen moleküler ağlar hakkında benzersiz bir çözünürlük sunmaktadır.
Bu bulguların klinik etkileri son derece derindir. Eğer daha büyük kohortlarda doğrulanırsa, CD8A ve PGF protein ekspresyonunu izlemek ön tedavi profillemesinin temel bir parçası haline gelebilir. Yüksek CD8A ve düşük PGF ekspresyon profiline sahip hastalar, bu tür müdahaleler için öncelikli hale getirilebilirken; olumsuz profillere sahip olanlar için alternatif veya ek tedavilerin araştırılması gündeme gelebilir.
Öngörücü kullanılabilirliğinin ötesinde, bu çalışmanın sonuçları potansiyel terapötik yolları açmaktadır. PGF kaynaklı yollaşların hedeflenmesi, immunoterapi yanıtını olumsuz yönde etkileyen etkilerini hafifletebilir ve anjiyogenez inhibitörlerini içeren kombinasyon tedavileri ile gerçekleştirilebilir. Aynı zamanda, CD8+ T hücrei ve dendritik hücre aktivitesinin artırılması ile MDSC’lerin baskılanması, mevcut immünoterapilerle birlikte sinerjik etkiler yaratabilir.
Bu araştırma, tümör bağışıklık ortamının heterojenliğini vurgularken, onkolojide hassas tıbbın gerekliliğine de işaret etmektedir. İmmünoterapinin tam potansiyelini açığa çıkarmak, sadece terapötik yenilikle değil, aynı zamanda derin moleküler anlayış ile de gerçekleşmektedir. Bu çalışma, titiz çok seviyeli analiz aracılığıyla bunun bir örneğini sunmaktadır.
Ayrıca, bulgular tümör mikroçevresinin immünolojik orkestranın kritik önemini vurguluyor. Etkili hücreler, baskılayıcı hücreler ve sinyal proteinleri arasındaki etkileşimler, tedavi sonuçlarını yönlendiren yapı taşları olarak öne çıkmaktadır. Bu nedenle, gelecekteki araştırma ve klinik çabaların bu ortamın manipülasyonuna odaklanarak bağışıklık aracılı tümör ortadan kaldırılmasını sağlaması gerekmektedir.
Gelecek çalışmalar, daha büyük hasta populasyonlarını içermeli, uzun süreli örneklemeler yapılmalı ve metabolomik ve epigenomik gibi ek omik veriler ile entegre edilmelidir. Bu tür çabalar, biyomarker panellerini geliştirecek ve dirençsizlik mekanizmaları ile üstesinden gelinmesine yönelik bulgular sunarak, özelleştirilmiş ve etkin mide kanseri tedavilerinin önünü açacaktır.
Sonuç olarak, Zhang ve çalışma arkadaşları, neoadjuvan immünoterapiden yanıtı belirlemeye yönelik önemli moleküler belirleyicileri aydınlatmışlardır. CD8A ve PGF gibi belirteçler, hasta stratifikasyonunu ve tedavi özelleştirmelerini devrim niteliğinde değiştirebilecek potansiyele sahiptir. Bu araştırma, zorlu bir hastalıkta iyileştirilmiş yaşam süresi ve yaşam kalitesi umudunu sunmaktadır.
Araştırma Konusu: Mide kanseri hastalarında neoadjuvan immünoterapiden yanıt ve prognozun öngörülmesinde moleküler belirteçler
Makale Başlığı: CD8A ve PGF protein ekspresyonunun neoadjuvan immünoterapiden fayda gören mide kanseri hastalarında potansiyel öngörücü değeri
Haberin Yayın Tarihi: 2025
Web References: https://doi.org/10.1186/s12885-025-14046-7
Doi Referans: https://doi.org/10.1186/s12885-025-14046-7
Resim Credits: Scienmag.com
Anahtar Kelimeler: kanser immünoterapisi, tedavi yanıtı tahmin, CD8A öngörücü belirteç, onkoloji klinik deneyleri, tümör mikroçevresi analizi, kişiselleştirilmiş tedavi stratejileri, PGF kanser immünoterapisi, proteomik, RNA dizileme, neoadjuvan immünoterapisi, tümör bağışıklık ortamı